top of page

Metin Meriçboyu

1-20200608_171953.jpg
CamScanner%2012-28-2020%2017_edited.jpg

Teşekkürler! Mesaj gönderildi.

ANI 
 

Asker çocuğu olmak bir ayrıcalıktı, o günlerde. Birkaç hurç ve manevra sandığı ile oradan oraya savrulan, ülkemizin yoksunluk taşıyan veya uygarlıktan kırıntılı nasip almış beldelerine, öteden beri yerel yalın kültürlerle beslenmiş topraklarına gidip o halkla bütünleşmek..

Genç arkadaşlarım, sevgili çocuklarım;

''Hurç'' nedir bilir mi siniz? Hayır, bilmez siniz .. Bırakın görmeyi, adını bile duymamışsınızdır...  Ama, bizim dönem asker aileleri hurcu çok iyi tanırlar, her tayinde ülkenin bir tarafından diğer tarafına nakil olurken birçok kırılmaz eşyalarını içine sardıkları kalın, branda denilen yırtılmaz kumaştan yapılmış,  birkaç boyutlu olup köşeleri kösele, kapağı ucunda kalın deri kemerleri ve tokalar; içine her türlü yumuşak eşyanızı koyup, götüreceğiniz güvenilir katlanabilir“konteynerdir”. Bir de, Manevra sandıkları vardır. Subayların tatbikata giderken kullandıkları sekiz köşesi çelik mahmuzlu kapağında sarkıt bir asma kilit takılabilir düzeneği olan.. işte ona da bezlere veya gazete kağıtlara sarılan kırılacak eşyalar konur..

Siz, hiç mazot kokan, sallanarak, çalkalanarak giden otobüslerde; Lokomotifinin siyah dumanının içine saklı karbon tanelerinin vagon pencerelerinden içeriye düştüğü, trenlerde seyahat ettiniz mi? hattâ bu araçların olmadığı at veya katır sırtında günlerce,  dört atlı yaylı arabalarla kentten köye taşındınız mı? Asker aileleri, Ülkemizin her karış toprağına ayakbastılar.  Dersim Harekâtı sonrası Doğu kentlerinde oluşan kıpırdanmalar nedeniyle Piyade sınıfından Seyyar Jandarma adlı sınıf oluşturuldu, genellikle şark hizmetini bu etiketle yaptı, subaylar. Yeri geldiği için bir anımı paylaşayım; Hakkari’nin Şemdinli’sine 1940 lı yıllarda. Hakkari den bir tabur asker ile Şemdinli’ye hareket ettik. Hiçbir yolun olmadığı patikalardan dağları aşarak katır sırtında, bir hafta süreyle.. Bir anım: Tek sıralı bir konvoy halinde ilerliyoruz; iki yanı yüklü katırın eğerine oturmuş kardeşim Ömer’den bir ses geldi. Döndüm baktım arkama, katırın üstünde kardeşim yok!..  yük ve eğeri bağlayan kolan gevşemiş ve Ömer, bir atakla eğere sıkıca tutunmuş.. katırın karın boşluğundan sesleniyor.. Ve, geçmekte olduğumuz patika derin bir uçurumun kenarında.. (Bu anılarımı yakın bir gelecekte bitirmeyi planladığım “ANADOLU’LUYUM İstanbul’dan Şemdinli’ye” kitabımda, yayınlayacağım.)

Ailemizin tek gelirini babamın maaşı sağlıyordu. O nedenle, annemle 17 yaş, babamla ise 23 yaş farkım varken; aile gelirine katkı verme sorumluluğumu hissederek, çalışarak aile bütçesine katkıda bulunma bilincini erken yakaladım. Yaz tatillerinde; Onlu yaşlarda Büyükbabamın Edirnekapı Bağ gazinosunda, Yine aynı semtin Tramvay durağında, yeni hayat karamel satarak ilk metal para kazanma hazzını yaşadım. Lisede Isparta Kovado gölü bataklık arazisi kurutma projesinde  (1954 sigorta başlangıcı) ve İzmir Karşıyaka da ise bir gayrimüslimin ecza deposunda; Anneannemle Bursa Merinos fabrikası müdür Bülent dayımıza ziyarete gittiğimizde Koza Han’da koza borsasında da… Lise mezuniyetim sonrası İst. Hukuk fak.’ne kaydımı yaptırıp İbrahim İlaç fabrikasında ambalaj işçisi olarak çalışmakta iken; Malatya da görevini sürdüren babamdan “MMV yurduna başvuruda bulunduğu” bilgisi geldi.. Anneannemi yalnız bırakarak yurda başvurdum, ama o ve onun bende yarattığı sıcak ev ve aile ortamı sadece yurt hayatımda değil, onun hayatı boyunca sürmüştür..

Fatih Camii avlusunun Malta çarşısı girişinde ki Askerlik şubesi binası arkasına amerikan tipi barakalar eklenerek yurda dönüştürülmüş bir tesis.. kaydımı yaptırıp; babamın sınıf arkadaşı em.albay Tahsin Alpugan, lev.üsteğmen Ragıp Uysal ve idare md.Fehmi Patpat ile müşerref oldum.. sonrası, bugüne dek dostluklarını kazandığım birçok arkadaşlarımla da..

Yatakhanem üst kata çıkışta sağ köşede idi, ranza tipi yatak komşularım Ergin Günaçan ve Kadir Kaynar. On altı kişilik bir koğuş..

Sabahları giriş kapısının önünde gündelikçi işçiler sıralanır; üstüne pudra şekeri serpilen kürt böreğinden beslenirken kendilerini çalıştıracak patronlarını beklerlerdi.

Çarşıya yöneldiğimizde solda, üstü mermer kaplı masaları olan ahşap sandalyeli kahvehane. Ergin, Kadir, aşçımız Veli ile “hayatını tamamlamak üzere olan” iskambil kağıtları ile Blum oynamaya başlamıştık, bile.  Bolu Mengenli Veli ustanın oyunu bitirirken “sağ elinin iki ve üçüncü parmakları arasına sıkıştırıp, diğer parmağında ki şovalye yüzüğü ile ‘ben elden blumiyem’ diyerek mermer masaya çarptığını” anımsadım.

Tarihi Malta çarşısı bizler için büyük bir nimetti.   Özellikle gıda alışverişi için her türlü ihtiyacın karşılandığı çarşıda balıkçı, tavukçu, ciğerci, manav, fırın, turşucu, yoğurt, bal ve tereyağı gibi ürünlerin satıldığı şarküteriler yanı sıra ayakkabı tamircisi, terzi, tuhafiye yol boyunca sağlı sollu uzanmakta idi..

                              ***

Turşucu deyince bir anımı anımsadım. Yemekhaneye girdim, bir öğle yemeğinde birkaç masada, pancar turşu suyu doldurulmuş sürahiler gördüm, bizim masada ki masada da vardı. O sırada Tahsin albay teftişe gelmiş, yanıma gelerek, babamın sınıf arkadaşı olduğu için bana “Şevket’in oğlu” derken,  ayağa kalktım kulağına fısıldayıp “ şarap içiyoruz, albayım” dedim.. önce tereddüt etti, şaşkın bakışlarla hepimizi süzdü.. “vay eşşeoğlu…ler” i savurdu.. “Aman albayım değil! bu turşusuyu” dememize karşın yüzünde ki hiddet kaybolmadı. Yeminler peşi sıra geliyordu, bizlerden.. karar verdim, tattırmaya. Namazında niyazında bir kişi idi.. bardağa bir iki yudum koydum. Bin bir rica ile yine yüzünü buruşturarak içti.. rahatlama konumuna gireceğimizi düşünürken.. “hakikaten şarapmış.. vay eşşoğ…” demez mi!.. Bütün yemekhane bu tiyatroyu izlemeye koyuldu. Yemek aniden sonlandı.. diğer masalardan yanımıza gelenlerin de baskısı ile olay olumlu sonuçlandı.

                              ***

Çarşıyı çocukluğumdan o yana bilirdim. Büyük dayım (anneannemin kardeşi) çarşıya açılan bir sokakta otururlardı.. Anneannemin anneannesini ve arada ki kuşakları o hanede tanıdımdı. Yediemirler Türbesi’ne karşı karşıya, bir apartmandı.

Bir voleybol sahası büyüklünde ki alanda futbol antremanları yapardı, arkadaşlarım. Küçük semt takımları ile maçlarını birlikte izlerken. MMV Marşı güfte ve bestesi yaratıldı.

Anımsıyorum;

  • Granada Oktay’ın (Yurdatapan) lavabo başında söylediği aryaları

  • Sömestr tatili sonrası; üst kattaki sıcak sobanın başında Alpay’ın elmalarını nasıl paylaştığımızı ve Elmacı lakabının ona etiketlendiğini

  • Bizim yurdun önünden geçerek okuluna giden Türkân’a (k..) Gürel’in nasıl tutkulandığını

  • Kırmızı kazak giydiği ve Türkân’ın mahallesi sınırlarına girmesi nedeniyle Gürel’in sokak esnafı tarafından nasıl kovalandığını..

  • Yavuzselim semtinde bir apartmanda yurdun şubesi vardı. Açık mavi pantolon ve ince mavi süeter giyen üniform kıyafetli.. DOGO lar lakablı.. Özay, Hamit, Soydaner hatırladığım üyeleri.. Soydaner semtimizin hanım kızlarından Güngör’e tutulmuştu..

                               ***                                 

1959/60 Dönemi Kumkapı’ya taşınan Askeri Tıbbiye’nin Vezneciler Eczacılık Fak.’si arkasında ki binalarına taşındık. Hukuk amfileri yürüyüş mesafesine yaklaşmıştı. Büyük bir yemekhane yatakhaneler daha konforlu bahçemiz geniş ortası havuzlu, keza mutfak kuzineleri bile daha büyük idi. Artık öğle yemekleri daha kalabalıklaşmıştı. Yine bir anım: Öğle yemeğine ucu ucuna yetişmiş, aşçımız Veli’nin tepsimize servis sunduğu küçük penceresinden tabakları verirken tatlı tabağını vermediği üzerine sordum. “ tatlım nerede”, yanıt “ galmadı ağbey. Geliyala, igi datlı alıyala, gidiyalaaa..” bu yanıt! Bir kaç tabak tatlıdan daha değerli idi, bizim için. Veli ve kardeşi Ramazan ile “mutfak ziyaretçilerinin” arası çok iyi idi.. Çünkü, Malta yurdu gibi alışveriş olanağı olmayan bir konumda idi, Beyazit yurdu. Etüt odalarında çalışırken acıkanlar, acaba mutfakta ne var ki düşüncesiyle ayaklanır.. kapı duvardır. Bizim ekip den biri, aşçılar mutfağı terk ederken gider, mutfak pencerelerinden birinin kolu açılır, konumuna getirir. O gece mutfakta ertesi gün için hazırlanan menünün tadına bakılırdı.. bir ziyaretimizde başka bir gurubun da ziyareti ile karşılaşmıştık, onlar kuzinaların üzerinde ki camekanlı davlumbazdan damdaki merdivenle  inmişlerdi mutfağa.. yine bir akşam üstü ziyaretimizde buzdolabı vitrininde bir koyun butu gördük.. Karlı birkaç günün biriktirdiği kar yığınının içine gömdük, butu.. et yenilebilir hale gelsin, diye.. iki bina arasında dişçilerin atölyesinde ki Şakir Zümre kömür sobasında onu ızgara yapmaktı, amacımız. Ancak aşağısı küllük olan dar uzun bir döküm kömür sobası.. marifetli arkadaşlarımız önce, sobanın üst ağzından geçebilecek boyutta ızgara yaptılar, telden. Sonra o ızgarayı ateşe yakınlaştıracak uzun teller eklendi, dört köşelerine. Kesilerek külbastılık konuma getirilen etler ızgaraya dizilir, dört kollu asansör sistemiyle ateşe yaklaştırmak yeterli idi. Bazen birkaç parçayı yukarı çekemeyip korların koynuna bıraktığımızda “ olsun, nasıl olsa etimiz bol” diyerek, şakalaştık, idi. Hatırlı arkadaşlarımıza da ekmek arası sunuldu, etüd odalarında ki.

                              ***

Bu tür yaramazlıklarımız! Başka tür buluşmalarla sürdü, gitti. Ama daha sonra ki yaşantımızda bize dersler verdi.. doğru, dürüst olmayı benliğimizi kazanmayı sağlamıştı. Bunu ve diğer yaramazlımızı! Çocukluğumuz da yapamadıklarımız olarak yorumlayabiliriz. Aslında; yaşadıklarımda, gözlemlerimde hatta yönetici olarak görev aldığım dönemlerde dahi, gerekli ciddiyete biraz ironi katarak mizahi yaklaşıma özen gösterdim, hep..bu, çevremle ilişki kurmamda daha sıcak ve anlaşılır olmamı sağladı. 

                              ***

Koğuşlarımız kalabalık idi. Yeni arkadaşlarımız aramıza katılınca, yedi arkadaş ana binanın girişinde ki odaya taşındık. Girişte sağ ranzayı Özkan ile paylaştık.. üstte Özkan yatardı. Ama benim yatağın altı onun çeşitli renklerde ki mokasen pabuçları ile dolu idi.. bağcıksız olduğu için mokasen dışında giymezdi. Hafta sonları erken kalkan Eskişehir trenine yetişmek için karanlıkta kalkar, giyinir pabuçlarını el yordamı ile seçer, yola düzülürdü. Tren yolculuğunda, gün ağırınca pabuçlarının farklı renklerde olduğunun farkına varır, Eskişehir İstasyonunda ilk ziyaret, ayakkabı boyacısı olurdu.. Bu olayı bize gülücükleri ile de anlatırdı.. Daha sonra ki gidişlerinde şayet uyanırsam, uyarırdım “pabuçlara dikkat” diye.

 O yatakhane diyagonal biçimde olup sivrilen kösesinde “karınca Turgay” yatar, dolapları ile özel bölme oluşturduğu köşesine küçük bir sopaya tutturulmuş bayrağımızı asmıştı. Turgay nev-i şahsına mahsus bir kişilikti. Ülkü’nün ortadan kalkmış! pantalonu peşine o da düşmüş, çok iyi tanıdığı cinci hocasına birlikte gitmişlerdi.. Ülkü bir kilo fıstıklı lokum da almıştı… Turgay bir süre yurda uğramadı, pantolon ise hâlâ kayıp..

                              ***

Özay (bateri-bongo), Belgin (keman), Atakan (Akerdeon), Artemiz (kanun) da; her biri profesyonel olup, sanki yıllarca birlikte çalıyorlarmış gibi, bizlere çok duygusal anlar yaşatırlardı.. Havuz başı eğlencelerimiz yansıra milli bayram ve yılbaşı akşamları kutlamalarına; bu orkestramız yanı sıra Güzel Sanatlar Akademi’liler salon süslemeleri, sürprizleri ile renk ve coşku katarlardı. Akşamları etüt odalarına çekilmeden önce tavla, satranç ve bezik oynanan çayhanemizde geç saatlere dek kaçamak! Poker partiler de olurdu.. Briç eğitimini; Fen Fak. yan sokağında Hasanpaşa fırını sırasında yer alan ağbilerimizin de katıldığı kahvelerde aldık.

                                ***

Atakan Altuna ile bir anımı anımsadım. Ergüder’in dolabı başında rastlaştık. Elimde elektrikli traş makinesi ile traş olmaktayım. Atakan ilk kez gördüğü makineye göz atarken, ona bir teklifte bulundum. “ dostum bak, senin bu kaşlar hem kalın hem de burun üstünde bitişmiş.. gel bununla biraz kısaltıp, burun üstünde ki yoğunluğu biraz hafifletelim..” kabul etti, işe giriştim. Bir süre geçti, bir türlü simetriyi sağlayamıyorum!.. burun üstü kaşlar birbirinden bir hayli uzaklaştı.. Allahtan elimizde ayna yok! karar verdim, heyecan ve telaşı bırakıp, “git lavabolarda ki aynaya”… O aynalara varmadan ben orta kat merdivenlerini aşmıştım. On gün anneannemde kaldım..

                             ***

İkinci tedrisat yılı, büyük bir sürpriz bizi karşıladı. Yurdumuza kızlar gelmişti; günlük yaşam biçimi her yönü ile değişime uğradı.. Sabahları, terlikleri sırtında battaniyeleri ile kahvaltıya gelenler, çoklu lavaboların önünde sakal traş kuyruklarına girer, oldular. Giyim kuşam özeni arttı.. lavabo üsttü aynalar yetersiz kaldığı için; kızların yatakhane girişinde bulunan, çerçevesi altın yaldızlı, oymalı arkadan dayanaklı tarihi ayna, birlikte yemek yediğimiz yemekhane girişine gizlice! taşındı.. hafta sonları yurt dışında klüp 12, Çayhane, Çınar otel, Taşlık gibi dans partilerine giderken, orkestramızı zenginleştirip, çay partilerini dışarıdan gelen arkadaşlarımızla da yapar, olduk. Yalçın Osma böylesine hayat arkadaşını bulmuştu!

                                ***

Hanım Kızların!, bitişik binaya yerleşimi, bizi yaşamda daha olgunlaştırdı; davranışlarımızda ve ilişkilerde sadece onlara değil, biz erkekleri de adam! etti. Her cumartesi günü saat 11.00 de başlayan Şan konserlerine bir kız arkadaşımızla gider, olduk. Klasik batı müziği konseri benim tercihimdi. Sonrası, verelini Beyoğlu.. Çocukluğumda büyükbabamla onun elini tutarak çıktığım bu caddede, şimdi bir kız arkadaşımla elele idik. Sinema öncesi karın doyuracak yerler seçilir, Saray muhallebici, tavuk suyu çorba, tavuk yüklü pilav ve sütlü tatlı.. veya yeni açılan Atlantik Büfede Frankfurter sosislerin arasına sıkıştırıldığı bol Rus salatalı sandviçler, isteğe bağlı Arjantin bira. Bazen de, Ergun Kaptan’la çıkmışsak, iki sokak simidi ile dilimlenmiş yarım kilo eski kaşar peynirini afiyetle yiyip, kapılarında karaborsa bilet de satılan sinemaya dalardık. Hadi ağzımız tatlansın, dersek. İnci Pastanesinin profiterolu, nefis.. veya parlak kalay kağıtlara, jelatine sarılı çikolatalarını küçücük vitrinine yaslayarak sığdırmış Beyoğlu Çikolata!.. Bol fındıklı doyumsuz, parçanı al, kaldırımda yürü.. fırsat bulunursa Ağacami sokakta ki Havai Lostra salonu, çok yüksek koltuğa tırmanarak oturur!, mini etekli kızlar korunma önlemi için eşarp veya giysilerini dizlerine yapıştırır, ayakkabılarımızı boyatırdık.. Sinemalar, Atlas Emek, Yeni melek, Alkazar sezon filmlerini seyreder, mutlu olurduk.. Taksim Meydanı İstanbul’un kalbi, Beyoğlu atardamarı idi. Beyoğlu kültürü; eski nezaketi, saygıyı, centilmenliği olgunluğu yansıtır, onu beslerdi. Araplaştırılmış! İstiklal caddesinin, bugünkü haline bakmaya dayanamıyor, zorunlu isem tramvay ile veya yürüyerek koşar adımla geçip gidiyorum, üzülerek..

                                ***

Burada ayrıntılarına girmeyeceğim, 28.Nisan olayları.. ülkemizin ilk öğrenci olayları İstanbul Ün.hukuk fakültesi Sıddık Sami Onar anfisinde kıvılcımlanmış, Beyazıt Meydanı atlı polislerle savaş alanına dönüşmüştü.. yürüyüş Bab-ı Ali den kapatılan Galata köprüsüne dek sürmüştü. Bahçekapı’ya gelindiğinde kaldırımlar üzerine dizilmiş necip! halkımızın “ bu gençler ne istiyor ki” gibisine donuk bakışlarını hatırlıyorum. Bu bakışın! günümüze dek sürmekte olduğunu belirtmek isterim. İkinci gün İst.ünv.merkez bina önünde ki anıt çevresinde toplandık, MMV.lı yurt arkadaşlarımızın çoğu orada idi. Öğle yemeği vakti gelmişti.. beyaz torbalara doldurulmuş yarım ekmek arası kumanyalar geldi. Nereden mi?. Bizim yurttan!. Bölüştük diğer arkadaşlarımızla. Bizi oradan dağıtmanın emniyet güçlerinin üstesinden gelemeyeceği anlaşıldı ki, etrafımız tel örgülerle çevrildi ve üst rütbeli bir iki subayın ikna çabaları ile sakinleşerek, REO’lara doluşarak ünlü Davutpaşa kışlasına götürüldük.       

Dizildik, bizleri koğuşlara dağıtmak için, her koğuşta bir iki kişi konuk edilecektik. Rast geldi, Ergun Kaptan ile aynı koğuşa düştük. Yatak ve yastık fiştal diye bildiğim, saman kırıntıları ile doldurulmuş. Koğuşun diğer erleri bizi konuk etmekten mutlu etrafımızda dolanırken, Ergun kayboldu. İzledim, hemen koşup konuk gençlerle erlerin oluşturduğu futbol karşılaşmasına katılmış. Karavanaya alışıktık, yedik. Kaç gün kışlada kalacağımız belirsizliğini korurken, Koğuşa döndüğümüzde “firar planlarını konuştuk” erlerle. Hiçbiri bize ip ucu veremedi, yüz ifadeleri bizi konuk etmekten memnuniyet belirtisi sergiliyordu. Koğuşumuz hemzeminde idi. Geceyi o sert mi sert yatakta yarı uyanık geçirdim. Sabaha karşı uyandım, Ergun’da uyuyamamış. Yatağa oturduk. Askerlerde biri ayağa kalktı, pencereye yöneldi, bize de gelin işareti verdi, zaten giysilerimiz üzerimizde. Pencere kanatlarını açtı, tarihi döküm parmaklığı yukarı doğru kaldırdı ve yerinden çıkarıp, uğurlar olsun dedi. Atladık, ucu bucağı belirsiz bir tarlaya. Çok ilerde hareket halinde ki otomobil farlarına doğru giderek, yola ulaştık. Yatağımıza da..

                               ***

  • Özay, Tipi’ye aşık.. Tipi yüz vermiyor!. Şehzadebaşı’nda yürüyoruz, Özay’la önümüzde Tipi yakın arkadaşı Yurdanur ile turfanda çıkmış erik yiyorlar.. ellerinde erik çekirdeklerini topladığı kese kağıtları var, ama Tipi bir çekirdeği yere düşürdüğünü görmüş, Özay. Onu yerden aldı. Sonradan kot pantalonunun arka cebine diktiğini..

  •  Akşam yemeği sonrası havuz başında toplanmış sohbet var. Bir iddia oluştu. 10 lira karşılığı “çıplak olarak Beyazıt Meydanına gidip gelme”… onu da yaşadık.

  • Yeni Kapı sahiller bizim en ucuz meyhanenim idi. Güzel Marmara şarabı ile bir külah tuzlu fıstık doğruca sahilde ki kayalıklara. O gün şarabın ucunu bilememişiz, gurup sallanarak yurt yolunda; Beyazıt ile Aksaray arası caddede elektrik direkleri sökülmüş, onların üzerinde ki durak tabelaları yerine yaklaşık 3 metrelik durak tabelası konulmuş, geçici olduğu için taşınabilir, konumda. Ertesi sabah yurtta uyananlar Havuz başında “Laleli Durağı” ile bulusurlar..

  • Ergüder’in Tamer Hızal’ın duvara doğru park edilmiş Vespa’sını duvara yapıştırarak, aracın üstünde nasıl amuda kalktığını..

  • Altın dişleri ile gülümseyip bizlere neşe katan Reo’nun sürücüsü İbrahim çavuşun “ ağbey, gavur her bişiyini düşünmüş buradan çeviriyon! Ordan neticesini alıyon” diyere, Reo’nun kontak anahtarı ile motor arasında ki ilişkiyi böylesi anlattığını..

  • proje çalışmaları gece gündüz süren Erdal’ın çizim odasında yastık olarak bir limonu yastık yaparak uykuya daldığını..

  • Özkan’ın babası  albay Mecit Yalçınkaya Eskişehir Hava Kuvvetleri’nde diş tabibi idi.. Cevizli kamplarında bir mahruti çadır tahsis edilmişti, bize. Doğan, Özkan ve ben.. keyifli bir kamp yapmıştık, bir hafta. Akşamları canlı müzik.. Hele hafta sonu Muhsin Batur paşa ailesi ile gelir, orkestra dans müziği ile bizi piste davetiye çıkarırdı.. o günlerde ünlenmeye başlayan “greenfields” şarkısını söyleme cesaretini bana vermişti. İlk mikrofon ile tanışmam o idi. Muhsin paşa bizi masasına davet etmiş; tanışmış ve eşi, kızı ile dans bile etmiştik..

                      

Babalarımızın görev yeri Malatya idi, Hamit Pamukçu ile yaz sonu İstanbul’a dönüyoruz. Ancak, Ankara’da aile barınağı olan evlerine de uğrayacağız.. Eşyalarımızı o eve bıraktık, akşam yemeğimiz için yapacağımız menemen için dönüşte malzemeleri almak üzere Kızılay Bulvarı turu atarken, yurttan bir arkadaşımıza! rastladık. Kısa bir sohbet sonrası, o arkadaşımız bizi akşam yemeğine davet etti. Yemek saati de yaklaşmıştı. Washinton restoran!..

Garsonların kıyafetleri yanında, bizim yol giysileri hiç uyum sağlamadı. Kolalı peçeteleri kucağımıza sererken kırmızı tadımlık şarabımız gelmişti. Yemekleri, yurt anılarımızı ve arkadaşlarımızı da anarak tamamladık. O yemeği bize ısmarlayan arkadaşımız “siz çıkın, yukarı doğru yürüyün ben hesabı öder, gelirim” dedi .. çıktık Hamit’le yürüdük, ağır yürüyüşümüze rağmen, hâlâ yoktu gelen.. lokantanın çıkış kapısını görebileceğimiz yerde durduk. Ne görelim!.. Bonkör arkadaşımız önde arkasında iki garson, depardalar.. aşağıya doğru. Sanki, biz de kovalanıyormuş gibi depara kalktık…

İş hayatım başlamıştı, yurt arkadaşlarımla olabildiğince ailecek görüşür olmuştuk. Ankara’ya atanmamla bu görüşmeler aralandı. 1974 yılında satış ve eğitim müdürlüğüne getirilişimde; diğer yurt arkadaşlarımı nasıl bulur, görüşür ve buluşuruz, onun planlamasını yaptım. Mumlu teksir kağıtlarını taşıyan adresler yolu ile posta ve telefonlarla iletişim ağını büyüterek, 1977 yılında Tarabya Filiz restoranda yaklaşık yüzyirmi MMV.lı kardeşimin buluşmasını sağlamış, keyifli özlem dolu bir gece yaşanmıştı.. Bener dost, albay Tahsin Alpugan’ı evinden alarak getirmiş bizleri mutlu kılmıştı. Saçlar çoğumuzda kırlaşmış olduğu için, birkaç arkadaşımız bana gelerek; Tahsin albayın “hangi arkadaşımız olduğunu” bile sormuştu..

                               ***

Çoğunluğu yaramazlıklarla dolu olan bu anlatıları hoşlukla karşılayacağınız umudunu taşırken!.. sonsuzluğa göç eden arkadaşlarımızı rahmetle anarak, umutlarımızın hep yeşermesi ve çocukluğumuzu yüreğimizde yaşatalım, hep. Dileklerimle saygı ve sevgiler dostlar..

 

bottom of page