Bener Dortunç
60 YIL GERİDE KALMIŞ BİR ANI
*****************************
28.Nisan.1960 Perşembe günü sabahı İstanbul Üniversitesinin Beyazıt Meydanı tarafındaki ana giriş yolunun sonunda bulunan Atatürk Heykeli etrafında toplandıktan sonra oldukça kalabalık bir grup olarak Süleymaniye Kapısından çıkıp 16 Mart Şehitleri Caddesinde Site Talebe yurdu istikametinde yürümeye başladık. Yürüyüşün devamı sırasında katılımlar oluyordu. Tarihi Hasan Paşa fırınının önünden Ordu caddesine gelip sola dönerek Beyazıt meydanına yöneldiğimizde Yürüyen topluluk Ordu Caddesini doldurmuştu kalabalık çok artmıştı. Sağ yanımda Gündüz Aydın ( Dingil) vardı kol kola girmiş vaziyette yürüyorduk. Gündüz’ün yanında veya benim solumda da İktisat Fakültesinde Aslstan olan gayri müslim olduğunu sandığım birisi vardı.
Beyazıt Meydanına yaklaşmakta iken Beyazıt Kütüphanesinin bulunduğu sol taraftan atlı polisler uzun joblarını çekerek yürüyen grubun ortasından daldılar. Ve kortej ortadan ikiye ayrıldı kimi Öğrenciler Marmara Kıraathanesinin yanında ve cadde kenarında bulunan bazı tarihi taş kalıntılarının arkasında ki yüksek taş duvardan arkadaki sokağa atladılar kimileri meydana dağıldı, kimileri de Marmara Kıraathanesinin yanındaki sokaktan aşağıya doğru dağıldılar. O arada Topluluğun Çarşıkapı tarafında kalan bölümünde yürümekte olan Turan Emeksiz’in hayatını kaybettiğini daha sonra öğrendik.
Ben Öğleden sonra üst üste 2 saat olan Mekanik dersine yetişmek için Gümüşsuyuna gitmek üzere hareketlendim. Köprüler açılmış trafik durmuştu vapur ve motorlarda çalışmıyordu o nedenle Unkapanından bir kayık kiralayıp Azapkapı tarafına geçtim zar zor derse yetiştiğimde Mekanik Hasan ( rahmetli Hasan Özoklav) derse başlamıştı. Geç kalmam nedeni ile ağır bir fırça yedikten sonra “ Hocam İstanbul Üniversitesinde Beyazıt’ta kan gövdeyi götürüyor” diye bir şeyler söylesem de Mekanik Hasan’ın üzerinde bir etkisi olmadı.
Akşam üstü tekrar İstanbul Üniversitesi Bahçesinde Heykelin etrafındaki topluluğun içindeki yerimi almış vaziyette idim. Bir ara Sıkı yönetim Komutanı aynı zamanda 1.Ordu Komutanı olan Orgeneral Fahri Özdilek megafonla bir konuşma yaparak dağılmamızı söyledi ancak hiç bir etkisi olmadı. O arada bazı öğrencilerin Beyazıt Kulesine çıkarak kuleyi ele geçirdikleri gibi bir haber yayıldı.
Askeri Tıbbiyeli çocuklar resmi elbiseleri ile aramızda dolaşıyor bizlere sigara ve su vs takviyesi yapıyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Cemseler (GMC General Motor Corp. Üretimi askeri kamyonlara Ordu birlikleri dahil her yerde Cemse denirdi) Beyazıt Meydanı tarafından geri geri Heykele doğru gelmeye başladılar görevli erler aldıkları emire uyarak yerde oturan öğrencilerden tuttuklarını kamyonların kasasına atmaya başladılar. Saat oldukça ilerlemiş İstanbul’un bütün bölgelerinde sokağa çıkma saati başlayalı bir hayli olmuştu. Ben heykele yakın olacak şekilde ön taraflarda olduğum için Cemse kasalarından oldukça uzakta idim ve kamyona bindirilmeden Süleymaniye kapısından tüyebilirdim ve de öyle yaptım. Yanımda bir kaç kişi ile birlikte Süleymaniye kapısına doğru koşmaya başladık. Ama kapı kapalı idi bu defa yardımlaşarak yaklaşık 2-2,5 m yükseklikteki duvarlara tırmanıp Süleymaniye’ye giden yola atladık ve herkes bir tarafa dağıldı. Sokağa çıkma yasağının çoktan başlamış olduğu o saatlerde yurda vasıl olmak için polis veya askere yakalanmadan Malta’ya kadar gitmem mümkün değildi. Aklıma, Laleli ‘de Ahmet Şuayip Sokakta oturan Annemin bir Akrabası olan teyzelere gitmek geldi 1-1,5 km olan mesafeyi her sokak ve köşe başından çıkan bir güvenlik görevlisine yakalanmadan belki 2 saatte gidebildim. Utanarak kapıyı çalıp acil durumumu anlattıktan sonra sokağa çıkma yasağının sona ereceği saati bekleyip evden ayrıldım ve Malta’ya yurda geldim.
Bir çok arkadaşın yurtta olmadığı ve Davutpaşa kışlasına götürüldüklerini öğrendiğimde endişelerim arttı. Öğleden sonra bazı arkadaşlar yurda gelmeye başladılar. Davutpaşa Kışlasında kendilerine gayet müsamahakâr davranıldığını hatta orada askerlerle maç dahi yaptıklarını anlattılar.
29.Nisan.1960 Cuma günü akşamı yine Istanbul Üniversitesi Bahçesinde Heykelin önünde idik.
2 .Mayıs.1960 Pazartesi günü Saraçhane’de Belediye Sarayında Avrupa Dış İşleri Bakanları toplantısı vardı ve bu defa ellerimizde “Democracy” “Freedom“ Liberty” gibi ingilizce kelimeler yazılı Pankartlar olmak üzere gösterilere başladık. O sırada asker ve polis bizleri dağıtmak maksadı ile üzerimize gelmeye ve bizi kovalamaya başladılar Fatih İstikametine doğru koşarken bir ara arkama baktığımda, o dönemde İstanbul Garnizon Komutanı olan Tuğgeneral Kemal Binatlı’ının elinde sopa ile beni kovalamakta olduğunu gördüm. Aslında komik bir tablo idi 50 li yaşlarında bir Türk Generali elinde çoban sopası gibi bir değnek ile bir Öğrenciyi kovalıyordu. Bir süre sonra ben arayı açıp Malta’ya yurda attım kendimi. Zaten ertesi gün veya bir kaç gün sonra üniversiteler kapandı ve çoğumuz ailelerimizin bulunduğu yerlere evlerimize gittik ve 27.Mayıs.1960 tarihinde gerçekleşen ihtilalden bir süre sonra İstanbul’ a dönüp Ordu Millet el ele toplantılarına katılmaya başladık.
O dönemlere ait anılar da başka bir zamanda anlatılmak üzere hafızalarımızda duruyor tabii ki.
29 Mart 2020
Bener Dortunç
MMV MALTA YURDUNDAKİ İLK MÜDÜRÜMÜZ FEHMİ PATPAT İLE İLK YURT BAŞKANIMIZ NAZIM AGA ( NAZIM AKINCI)
Yaz aylarında yurdun kapalı olmasına rağmen idareten yurtta kalanlar olurdu.Yaz stajlarımı yaptığım dönemlerde benim de yurtta kalmışlığım olmuştu. Ama yurdumuzun sembol ismi Rahmetli Nazım Akıncı , yaygın olarak tanındığı şekli ile Aga Nazım Belediyede Memur olarak çalıştığı için mecburen yurtta kalırdı.
Bir çok arkadaşımızın Yurt Müdürü olarak bildiği Yarbay Hasan Tahsin Alpugan’dan önceki yurt Müdürümüz Fehmi Pat Pat adında sivil bir askeri memurdu. Fehmi Bey’in aslen Gaziantep’li olduğunu hatırlıyorum. O yıllarda henüz 50-55 yaşlarında olduğunu sandığım ancak bize oldukça yaşlı gelen Fehmi Bey haza bir İstanbul Beyefendisi idi ,çok nazik ve kibar , hiç kimseyi kırmak incitmek istemeyen ama fazla insiyatifi de olmayan bir yapıya sahipti. Kırlaşmış alabros kesili saçları, her zaman traşlı ve kırışıksız yüzünde tebessümü eksik olmayan Fehmi Bey genellikle düğmeleri her zaman ilikli kruvaze ceketli koyu lacivert takım elbisesi içinde sanki belinden bir sıkıntısı varmış intibaı verecek şekilde çok hafif şekilde öne eğik gibi dururdu.
Her birinin kafasında farklı fırlamalık bulunan 18-20 yaşlarında sayısı 40-50 civarında olan üniversiteli çocuğun bir arada yaşadığı bir ortamda disiplini sağlamanın pek kolay olmayacağının da farkında idi Fehmi Patpat.
Zaman zaman Fehmi Bey’e telefon şakaları yapar onu işletip sözüm ona keyiflenirdik. Öyle bir telefon şakası yapacağımız zaman birkaç arkadaşımız gerekli veya gereksiz bir nedenle Müdüriyet odasında Fehmi Bey’in yanında yer alır telefon şakası sırasında gelişen durumları izlerdi. Fehmi beyi en çok illet eden ve kızmakta ne kadar haklı olduğunu gösteren yaptığımız telefon şakalarından 2 örnek aşağıdaki gibi idi. Tabiatı ile bu şakalardan önce görevli arkadaşlarımız Fehmi Bey’in odasındaki yerlerini almış olurlardı.
Telefon şakalarında jetonla çalışan herhangi bir ankesörlü telefon kullanılırdı. Şakanın birisinde Fehmi Bey’in telefon numarasını çevirmek üzere ankesörlü telefonun başında en az 4 arkadaş dizilirdi. Sinir sistemi en kuvvetli olan arkadaşımız en son konuşacak kişi olurdu ve her birinin birkaç kelimeyi geçmeyen telefon görüşmesi sıra ile ve arka arkaya Fehmi Beyin telefon numarasını çevirip aşağıdaki gibi devam ederdi;
-
Arkadaş: Ahmet’ciğim merhaba nasılsın, epeydir görüşemedik !!!
Fehmi Bey : Yanlış numara arıyorsunuz efendim. Ben Ahmet değilim. ( gayet normal ve kibar)
-
Arkadaş: Ahmet Bey ile görüşebilir miyim acaba?!!
Fehmi bey : Yanlış efendim öyle birisi yok burada !! ( ses tonu sertleşmiştir)
-
Arkadaş: Ulan Ahmet 2 saattir sen diye arıyorum bir başka lavuk çıkıyor ( hafif kıkırdamalar)
Fehmi bey: Dalgamı geçiyorsun ulan !! (Kızgın bir şekilde bağırarak telefonu kapatır)
-
Arkadaş: Alo ben Ahmet arayan oldu mu?
Fehmi Bey : Eşşoğlueşşekler , O…. çocukları (Çok sinirlidir ,telefonu çok sert kapatır)
Bazı hallerde de aşağıdaki gibi bir telefon görüşmesi yapılırdı;
Telefon eden arkadaş: Alooo , iyi günler efendim. Burası telefon idaresi, telefon hatlarında ses kontrolü yapıyoruz da .. telefona üflemenizi rica edeceğiz !!
Fehmi Bey : Püfff …. ( sakin bir şekilde telefonun ahizesine üfler …)
Telefon eden arkadaş: Teşekkür ederim efendim.. Yalnız biraz hafif oldu biraz daha güçlü üflermisiniz lütfen ?
Fehmi Bey : Püfffffffff…(bu defa bütün nefesi ile güçlü bir şekilde üfler)
Telefon eden arkadaş : Ohhhhhhh t…… m serinledi !!!!
Fehmi bey :Senin ananı s…… o. çocuğu ( çok sinirlenmiştir telefonu kapatır.)
Tabii ki her telefon şakası bir defa yapılabilirdi ve her seferinde yeni ne yapabiliriz diye projeler geliştirilirdi. Hey gidi günler heyyy.
O yazlardan birisinde sanıyorum 1957 yılı yazı idi İktisat Fakültesinin kıdemli öğrencilerinden olup mezuniyetten sonra meslek hayatına Sayıştay Baş Murakıbı olarak devam eden sevgili Nazım Aga’nın fakülteye devam mecburiyeti olmaması nedeni ile bir memuriyet görevi de bulunuyordu ve o nedenle yurtta kalmak gibi bir mecburiyeti vardı. O yılda yine yurtta kalıyordu. Ancak yurtta yalnız değildi zira Fehmi Beyin gösterdiği tolerans ile yurtta kalan birkaç arkadaşımız daha vardı. Sonuçta Yaz döneminde yurtta kalan birkaç arkadaşımız dışında görevli erler ve Fehmi Bey dışında yurtta kimse bulunmazdı.
Nazım Aga yaş olarak hepimizden büyüktü. Bizlerin yaş ortalamasının 18- 19 olduğu dönemde Nazım 26-27 yaş dolayında olmasına rağmen bize hiç büyüklük taslamaz yaşıtmışız gibi davranırdı.
Düzgün fiziği, özenli giyim kuşamı, hafif dalgalı saçları, kaşı gözü yerinde yüzü ile uyum sağlayan bıyıklarına bakıldığında gerçekten yakışıklı bir gençti Nazım Aga.
Gezip tozmasını, yiyip içmesini seven Fenerbahçe sevdalısı bir arkadaşımız olan Nazım Yurdun Futbol Takımı antrenörlüğünü yaptığı gibi Yurt Başkanlığını da üstlenmişti. Yurt Başkanı olması nedeni ile de Müdürümüz Fehmi Patpat en çok onunla görüşürdü. Genel olarak herkese mavi boncuk dağıtan bir yapıda olan Fehmi Bey Nazım’ı gerçekten sever sayardı ve sık sık odasında sohbet ettikleri olurdu.
Yine günlerden birinde Nazım Aga, Fehmi Bey’in yurt ana girişinin solunda yer alan Fatih Cami avlusuna bakan , kapısı genellikle açık olan odasında idi ve Fehmi Bey ile konuşuyordu. ikisi de ayakta idiler Nazım’ın yüzü açık duran kapıya bakıyordu, Fehmi Bey ise arkası oda kapısına dönük durumda duruyor ve Nazım’la konuşuyordu. Fehmi Bey Konuşmasının bir yerinde tam;
“ Nazım, şu yurtta bir tek seni severim”
dediği anda arkasındaki kapıda bir ayak sesi duyup dönerek arkasına baktığında kapıdan bir adım içerde Kadir Kaynar arkadaşımızı görünce konuşmasına aynen aşağıdaki gibi:
“ Bir de Kadir’i severim” diye devam ediyor.
Nazım ve Kadir’in gülmemek için kendilerini zor tutmuş oldukları bu konuşmayı öğrendikten sonra ,o anda kapıda olan kim olursa olsun Fehmi Patpat’ın Yurttaki sevdiği ikinci kişinin o olacağı hususunda hiç birimizin bir kuşkusu olmamıştı ve bir süre yurtta herkes birbirlerine ismi ile hitap ederek “ xxxx şu yurtta bir tek seni severim “ demek sureti ile gır gır geçmeye başlamıştı.
Yarbay Hasan Tahsin Alpugan’ın Yurt Müdürü olarak atanmasından sonra idari görevine bir süre daha devam etmiş olan Fehmi Patpat ‘ı her şeye rağmen hepimiz çok sever ve sayardık.
Fehmi Beyi ve sevgili Nazım Agayı rahmet ve özlemle anıyorum
14.04.2020
Bener Dortunç
MMV YÜKSEK TAHSİL TALEBE YURDUNUN
AÇILIŞ TÖRENİ İLE İLGİLİ BİR HİKAYE
1956 yılının Haziran döneminde Haydarpaşa Lisesinden mezun olmuş Üniversite giriş imtihanları için hazırlık dönemini başlatmıştım.
Ilıman bir Eylül günü bir arkadaşımın evinde ders çalışmak üzere Vakıflar Yurdu solumda , Fatih Camii sağımda olmak üzere cami avlusunda Malta Çarşısına doğru yürümekte iken cami avlusunun sonunda sol tarafta yer alan büyükçe bir binanın önünde Bayraklarla donatılmış bir alanda bir insan topluluğu bulunduğunu gördüm.
O sırada karşı taraftan gelmekte olan Külot pantolonu, siyah parlak çizmeleri ve yakası ve omuzu kalabalık görünen , şapkasını çapkın bir şekilde sol kaşına doğru yatırarak giymiş üst düzey bir emniyet görevlisi olduğu her halinden belli olan birisinin geldiği gördüm. Polis Şefi yanıma yaklaştığında merakımı gidermek için nazikane bir şekilde kendisine görmüş olduğum kalabalığın ne olduğunu sordum.
O da bana mevkiine uygun bir şekilde oldukça otoriter bir ses tonu ile cevap verdi ve Ordu Mensuplarının Yüksek Öğrenimde bulunan çocuklarının kalacağı MMV Malta yurdunun açılışını yapmak üzere Milli Müdafaa Vekili Şemi Ergin’in geleceğini söyledi.
Eskiden Askerlik Şubesi olan bu binanın yurt olacağı bilgisini aldığımda hem heyecanlanmış hem de çok sevinmiştim. Zira bir Üniversiteye kapağı attıktan sonra İstanbul’da kalmak için de bir yer arayış içinde olacaktım. O andaki haleti ruhiye içinde vermiş olduğu bilgi için o Polis şefine teşekkür edip etmediğimi hatırlamıyorum. Ancak o Polis Şefi ile ilerleyen yıllarda Üniversite olayları sırasında çokça karşılaştığımı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü o günkü Polis Şefi Demokrat Partinin Üniversite öğrencileri üzerinde kurduğu baskı döneminin ünlü Polis Şeflerinden birisi olan ve 27.Mayıs.1960 ihtilalinden sonra Yassıada ‘da yargılanan Zeki Şahin ‘den başkası değildi.
Aldığım bu sevinçli haberden sonra ben de o kalabalığın içine dahil oldum ve dönemin Milli Müdafaa Vekili Şemi Ergin tarafından açılışı yapılmış olan MMV Malta Yurdunun açılış törenine tesadüfen katılmış oldum.
Dolayısı ile 1956 yılı Kasım ayından itibaren dört yıl süre ile Malta Yurdunda ve takip eden süreçte de bir yıl daha evvel Askeri Tıbbiyeye ait olan Beyazıt binasının yurt binasına dönüştürülmesi sonucu bir yılda orada kalmak üzere 1956 ile 1961 yılları arasında 5 yılımı geçirmiş olduğum MMV Yüksek Tahsil Talebe Yurdunun açılış töreninde tesadüfen bulunmuş olan ilk tek öğrenci ben olmuştum.Bugüne kadar geçen altmış yılı aşkın süre içinde bu yurtların sayısı artarak İstanbul dışında da bazı diğer illerde erkek öğrencilerden başka kız öğrencilerinde yüksek öğrenimlerini tamamlayabildikleri yurtların sayısı çoğalarak binlerce öğrenciye hizmet veren irfan yuvaları olarak işlevlerine devam etmiş olup günümüzde de Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sayıları binlerle ifade edilebilecek yüksek öğrenim gören çocuklarına hizmet vermeye devam etmektedir.
1956 yılında yola birlikte çıktığımız ve ilerleyen yıllarda da bize katılan arkadaşlarımızdan bazıları ne yazık ki erken yaşlarda aramızdan ayrıldılar. Sayıları onlarla ifade edilebilecek kadar çok olan ve hayatlarının en verimli dönemlerinde kaybetmiş olduğumuz arkadaşlarımızın acılarını hiç unutmadık ve unutmayacağız. Onları her zaman sevgi, özlem ve rahmetle anacağız.
Hayatımın en güzel gençlik yıllarını geçirdiğim MMV Yüksek Tahsil Talebe Yurdunda aynı kaderi ve paylaşmış olduğum, , bugün artık yaşları seksen üzerinde olan ve/veya seksene yaklaşan çoğu emeklilik dönemlerini , evlatları ve torunları ile birlikte mutluluk içinde geçirmeye çalışan Atatürk İlke ve Devrimlerinin sadık bekçileri arkadaşlarımıza bundan sonraki yaşamlarında sağlık ve mutluluk dolu yıllar diliyorum.
Bu vesile ile Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olmaları nedeni ile bizlerin MMV Yurdunda kalmamızı ve bu güzide toplumun bir parçası olmamızı sağlayan babalarımızı da sevgi ,saygı özlem ve rahmetle anıyorum.
Yaşasın Türk Gençliği , Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti !!!!!
28.Aralık.2019
Bener Dortunç
MMV ANILARI BJK- FB MAÇI
1959 yılının Mart ayı idi güneşli pırıl pırıl bir gündü ancak oldukça sert bir kuru soğuk vardı. Saat öğlene yakındı ve biz miskin miskin yurtta oturuyor öğleden sonra oynanacak olan Beşikteş- Fenerbahçe maçının radyodan yapılması beklenen naklen yayınını dinlemeye hazırlanıyorduk. O arada Doğan durup duruken alakasız bir şekilde “ kalk lan maça gidelim” dedi. Ben de Doğan’a “Manyak mısın oğlum 2 saate kadar maç başlayacak, bu saatte maça gidilir mi, de ki gittik nasıl gireceğiz “ dedim. O yıllarda özellikle üç büyükler arasındaki maçlara girebilmek için gece yarısından itibaren tribünlerin giriş kapılarında kuyruklar oluşmaya başlar sabah saatlerinde göreve başlayan polis etrafta düzeni sağlamak için gerekli önlemleri alır özellikle katanalra binmiş olan polisler olası kargaşa karşısında ellerindeki kılıçlarla kalabalığın üstüne öyle bir gelirlerdi ki Osmanlının süvarilerini aratmazlardı.Normal binek atlarının nerede ise 1,5 katı büyüklükte olan katanalar kalabalığın arasına bir daldımı insanlar tam anlamı ile çil yavrusu gibi dağılırlardı.
Ben, Doğan ile maça gidelim mi gitmeyelim mi münakaşasını yaparken içimdeki Beşiktaşlılık ruhu kabardı ve Doğan’a “kalk lan gidelim şansımızı deneyelim “ dedim. Doğan sıkı bir Fenerbahçeli olarak benden böyle olumlu bir cevap aldığına çok mutlu oldu. Kısa bir süre sonra Mart ayının o günlük güneşlik ama soğuk gününde Malta’daki yurttan çıkmış Saraçhane istikametine doğru yürümeye başlamıştık.
Bu arada hikayenin ayrıntısına girmeden önce maçın oynanacağı “İnönü Stadı” ile ilgili bazı bilgileri de aktarmakta yarar bulunmaktadır diye düşünüyorum.
1947 yılında 16.000 seyirci kapasitesi ile inşa edilen “İnönü Stadı”nın adı 1950 Yılında Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra 1952 yılında “Mithatpaşa Stadı“ olarak değiştirilmiştir.”Dolmabahçe Sarayının Has Ahırlarının “ bulunduğu alana inşa edilmiş olan bu stad bulunduğu yer itibari ile halk arasında “ Dolmabahçe Stadı" olarak anıldığı da söylenebilir.
Stadın Maçka sırtlarına bakan tarafında “Kapalı Tribün”, Gümüşsuyu tarafında da “Numaralı tribün” yer alırdı. Gazhane tarafı ile Deniz tarafında da açık tribünler vardı. Deniz tarafındaki açık tribünün seyirci kapasitesi pek fazla değildi. Bu tribünlere ilave olarak bir de hatırlaığım kadarı ile giriş ücreti 75 kuruş olan ve “Duhuliye” olarak tanımlanan bölüm vardı. Duhuliye, kapalı ile numaralı tribünlerin altında bulunan , adeta bir koridoru andıran , saha zemininin tel kafeslerin arkasından ve ancak göz hizasından görülebildiği bir bölümdü.Maçı seyrederken futbolcuların ayakları görünür oyunun gidişatını takip edebilmek için seyirciler başlarını yukarı kaldırmak durumunda kalırlardı.Belirtilen bu olumsuz ve tatsız duhuliye bölümü kapsamında “Teksas” olarak tanımlanan kısım vardı ki kendisine orada yer bulan duhuliyeciler maçın en şanslı kişileri olarak kabul edilirlerdi. “Teksas” Numaralı tribünün Gazhane tarafında yer alan ve sahayı nerede ise santra yuvarlağına kadar numaralı tribün şartlarında görebilme şansına sahip bir yerdi. Tek fark bu bölümün üzerinin açık olması idi bir de seyirciler burada maçı ayakta seyretmek mecburiyetinde idiler. Esasında bu yer insanlara oturma imkanı verebilmek bakımından anfiteatr düzeninde beton sıralar halinde inşa edilmişti ancak seyircilerin tahaccümü nedeni ile maçların oturarak seyredilmesi mümkün olmazdı.İşte “Teksas” metrekareye en az 4 kişinin sığışarak sıkış tepiş ayakta maç izlediği bir tribündü.
Biz Saraçhane’ den hareketle Unkapanı ve şişane tariki ile kendimizi Taksime attıktan sonra Gümüşsuyu’ ndan aşağı sallandık ve merdivenlerden İnönü Stadının Numaralı tribün tarafına ulaştık. Taksim’den Dopmabahçe’ye inen yolun stad tarafı beleşçi seyircilerle çoktan dolmuştu. Yol kotu stad kotuna göre oldukça yüksek olduğundan sahanın Gazhane tarafındaki yarıya yakın kısmını buradan görmek görmek mümkündü. Zira yolun bu kısmı Teksas Tribününün tam arkası idi ve Teksasın üzeri açık olduğu için sahanın yarısı buradan ayna gibi görülebiliyordu. Beleşçiler bu bölgenin adını "Beleştepe“ olarak koymuşlardı.
Maç saati gelmiş ve maç ha başladı ha başlayacaktı ki Doğan’ a “oğlum maçı buradan mı seyredeceğiz” diye sorduğumda aldığım cevap gayet netti. Doğan “yok lan aşağı ineceğiz Teksas tarafındaki kapının önünde insanlar var” demişti.Çünkü Doğan o arada uzun boyunun da avantajı ile numaralı tribünün Gazhane tarafındaki büyük çelik kanatları olan giriş kapısının önünde birikmiş olan ve içeri girmeye çalışan kalabalığı görmüştü.
Birkaç dakika sonra biz de o kalabalığa dahil olmuştuk. Yaklaşık 500 kişi kadar kızgın bir insan topluluğu vardı.Nasıl kızgın olmasınlar ki çoğu elinde biletleri olan insanlardı bunlar ancak gecikmişlerdi. Turnikeler ve kapılar kapandığı stada giremiyorlardı. Ve içeri girebilmek için çelik kapıları zorluyorlardı. Bizim kalabalığa karışmamızın birkaç dakika sonrası stadın içinden müthiş bir tezahürat gürültüsü geldi. Anlaşıldığına göre takımlar saha çıkmışlardı. Bu tezahürat sesleri kalabalığa daha bir güç verdi ki o geniş ve yüksek çelik kapılar bir anda yerle yeksan oldu ve bir çukurua anafor yaparak dolan su misali o 500 civarındaki insan topluluğu yıkılan kapıların boşluğuna akmaya başladı ve Doğan ile ben de kendimizi akan insan seli içinde sürüklenir bulduk. Kısa bir süre sonra Teksa tribününün beton sıraları üzerinde bir takım insanlar ile birlikte sırt sırta omuz omuza yerimiz almıştık ancak ben sol ayakkabımı girişte bırakmıştım ve buz gibi beton zeminde ayağımda çorapla kalakalmıştım.
Maç başlayalı henüz 5-6 dakika olmuştu ancak o itiş kakış arasında maça falan bakamamıştık bir de üstüne üstlük maçı buz gibi beton zemine basmadan tek ayak üzerinde seyretmek gibi berbat bir durumla karşı karşıya idim. Bu vaziyette Dolmabahçe’den taa Malta’daki yurda gitmek de işin cabası olacaktı.Teksas tribününe giren kalabalığın dalgalanması sona erip düzen sağlandıktan kısa bir süre sonra stad görevlilerinin bilet kontrolu yapacağı şeklinde bir laf dolaşınca tadımız biraz kaçar gibi oldu ama etrafımıza bakınca tadı kaçanların yalnız biz olmadığımızı gördük zira o karambolde biletli insanlar ile birlikte içeri dalan bizden başka bazı diğer avantacılar da vardı. Birkaç dakika geçtikten sonra bilet kontrolu yapılacak söylentisinin bazı fırlama Teksas müdavimi futfol sever tarafından ortaya atılan asparagas bir laf olduğu anlaşıldı da avantacılar huzur içinde maçı izlemeye koyuldular.
Ben zaman zaman sol ayağımı sağ ayağımın üzerinde tutarak arada bir değişiklik yapıp Doğan’ın ayağını kullanarak ayakkabısız ayağımın beton zeminle temasını kesmeye çalışırken tek ayak üstünde maçı da seyrediyordum tabii ki.Maç fena gitmiyordu ilk devre 0-0 bitti. Saatler ilerledikçe hava daha da soğumaya başlamıştı.
2. devre başladığında bir taraftan 45 dakikanın bir an evvel bitmesini beklerken yurda nasıl gideceğimin derdi de gittikçe büyüyordu.
Maç, karşılıklı akınlar ve zaman zaman yaratılan tehlikeli pozisyonlar ile devam ediyor , her iki takımın taraftarları da bir gol beklentisinin heyecanıı yaşıyor ve kaçan gol pozisyonları nedeni ile hayıflanıyordu. Fenerbahçe baskındı, özellikle Can Beşiktaş kalesini zorluyordu. Maçın ikinci yarısının son çeyreğine yaklaşılırken Şerefin sert şutu Beşiktaş Kalesini koruyan Necmi ‘den geri dönünce bu pozisyonu kaçırmayan Mikro Mustafa topu kaleye gönderdi ve o anda ve stadın yarısını dolduran Fenerbahçe taraftarı ayağa kalktı ancak bu sevinç anında söndü çünkü hakem golü iptal etmişti.Bu iptal kararı Fenerbahçe taraftarını çıldırtmıştı ve koro halinde o ünlü “İbne Hakem” sloganı atılmaya başlandı. Esasında maçı yöneten hakemin verdiği karar ne olursa olsun günah keçisi hep hakemdi ve ne karar verirse versin ya Beşiktaş ya da Fenerbahçe taraftarının koro halindeki malum tezahüratından kurtulamıyordu. Eşitliğin halen bozulmamış olması her iki takımın oyuncularını da hırçınlaştırmıştı.Golü verilmeyen Fenerbahçe daha da agresif görünüyordu. Kalan dakikalardaki gerginlik zaman zaman taraftarlar arasındada küçük çaplı atışmalara, yer yer itiş kakışlara neden oluyordu. Bu arada Fenerbahçenin baskısı da bariz bir şekişlde artmıştı ,artık maçın son dakikaları yaklaşıyordu ki iptal edilen golden yaklaşık 5 dakika kadar bir zaman geçtikten sonra forvetinde Can, Şeref, Lefter gibi golcüler dururken sol bek mevkiinde oynayan Avni Kalkavan Beşiktaş ceza sahasına sokularak gelen topu sert bir şutla Necmi’nin yanından ağlara gönderdi ve birkaç dakika sonra da hakem maçın bitiş düdüğünü çalarak Fenerbahçenin 1-0 lık galibiyetini tescil etti.
Soğuk beton zeminde tek ayak üstünde maç seyretmenin zorluğu yanında Fenerbahçeye yenilmiş olmanın üzüntüsü ve Doğan’ın bu galibiyet nedeni ile haklı olarak benimle dalga geçmeye başlaması canımı iyice sıkmaya başlamış yurda nasıl gideceğimi kara kara düşünmeye başlamıştım. Teksas tribünü artık boşalıyordu ve Doğan’la ben de yavaş yavaş dışarı çıkmak için hareketlenmiştik. Sol ayağımda ayakkabı olmaması nedeni ile hafiften aksayarak yürüyordum ve sol ayağım her adımda yere bastıkça zeminin soğukluğu adeta bütün vücuduma yayılıyordu.Çıkış kapısına yaklaştıkça kalabalık biraz da olsa gevşemiş biz de devrilen turnikenin bulunduğu alana gelmiştik. Bir an baktığımda stada girdiğimiz sırada devrilmiş olan giriş kontrol turnikesinin olması gereken pozisyona getirilmiş olduğunu gördüm.Turnikeye biraz yaklaştığımızda gözlerime inanamadığım bir şey oldu. Turnikenin üzerinde benim siyah Loafer ayakkabım duruyordu ama yalnız değildi çünkü yanında bağcıklı ,kahverengi bir ayakkabı arkadaşı da vardı. Anlaşılan ortalığı düzenleyip turnikeyi devildiği yerden kaldırıp düzelten görevliler iki tek ayakkabıyı da görmüş ve turnikenin üzerine koymuşlardı.
Ayakkabıma kavuşmuş olduğum o anda duyduğum sevinci ve de yüzlerce insan arasında ayağındaki ayakkabıya sahip olamayan tek salağın ben olmadığımı, benim gibi bir başka salağın daha olduğunu gördüğümde yüzümde oluşan tebessümü aradan geçen 60 yılı aşkın süreye rağmen hiç unutmadım ve ne zaman aklıma gelse hep gülerim.
Sevgili Doğan ile de her karşılaştığımızda zemheri soğuğunun hüküm sürdüğü o günkü Fenerbahçe-Beşiktaş maçını tek ayak üstünde seyredişim, maç bitiminde ayakkabıma kavuştuğumda duyduğum sevinç aklımıza gelir ve o günü bir kez daha yaşar kahkahalarla güleriz.
Sevgili Doğan 1959 Mart ayının o soğuk gününde Malta ‘daki yurdumuzda miskin miskin otururken iyiki “ kalk lan maça gidelim” demiş ve bende sonunda “kalk lan gidelim şansımızı deneyelim “ diyerek teklifi kabul etmişim.Doğan o gün bu teklifi yapmasa idi veya ben kabul etmese idim o günü yaşayamayacaktık ve dolayısı ile böyle bir anıyı anlatmakta mümkün olmayacaktı.
Sağ ol Doğan o gün iyi ki “ kalk lan maça gidelim” demişsin !!!!
14.Kasım.2020
Gündoğan /Bodrum
Bener Dortunç
BENİM GÜZEL PALTOM
İstanbul’un Fatih İlçesinin Malta semtinde bulunan MMV Yüksek Tahsil Talebe Yurdunda 1956 yılı Kasım Ayı ile 1960 Mayıs ayı arasında kalan öğrencilerin hepsinin, her biri diğerinden daha heyecanlı, eğlenceli, komik,zaman zaman üzücü yüzlerce anısı vardır. Ben bugün artık hafızalarımızdaki yerlerini almış olan bazı anıları hikayeleştirip sosyal medyada paylaştım. Bir ara Sevgili Doğan’da 20 dolayında anısını el yazısı ile hazırlayarak bana göndermişti ve ben de onları elektronik ortama taşıyarak paylaşılabilir hale getirmiştim. Bu anıları zaman zaman açıp okuyor, bugün itibari ile yaklaşık olarak 65 yıl geride kalmasına rağmen tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan ve bir daha yaşanması olasılığı bulunmayan güzel günleri yeniden yaşarmış gibi oluyorum. O anılarda adı geçen ve bugün ne yazık ki aramızda bulunmayan arkadaşlarımı sevgi ve özlemle anıyor hayatta olanlara da sağlıklı bir ömür diliyorum.
1956 yılının Kasım ayında Malta’da açılan yurdun başlangıçta 40 dolayındaki öğrenci sayısı ilerleyen her yıl artmış 3-4 yıl içinde öğrenci sayısı 100 dolayına ulaşmıştı. Bu süre içinde çocuklar kendilerine daha yakın buldukları arkadaşları ile daha derin bir samimiyet bağı kurmuşlar ve çeşitli arkadaş grupları oluşturmuşlardı. Ancak, birinin herhangi bir arkadaş grubuna dahil olması diğer arkadaşları ile arasında bir mesafe oluşmasına kesinlikle neden olmaz, aynı samimi kardeşlik ve arkadaşlık duyguları paylaşılırdı.
Her yatılı arkadaş toplumunda olduğu gibi bizimde kendimize daha yakın bulduğumuz arkadaşlarımız arasında birbirimize ait giysileri kullandığımız olurdu. Sanırım bu kapsamda yurt tarihinde başka başka kişiler tarafından giyilmek üzere en çok talep edilen benim o güzel paltomdu. Yandaki fotoğrafta görülen o paltoya 1957 kışı yaklaşırken sahip olduğumu hatırlıyorum. Ancak şu anda nereden, nasıl ve kaç paraya satın aldığım hakkında hiçbir fikre sahip olmadığım gibi daha sonra ona ne olduğunu da hatırlamıyorum. Palto giyilmesini gerektirecek bir havada o paltoyu bir çok arkadaşım soğuktan korunmak için giyiyor olsa da bazılarının paltoyu sırf hava olsun diye giydiğini çok iyi hatırlıyorum.
Sözünü ettiğim palto önünde düğmeleri ve düğme ilikleri olmayan, önü düğme yerine bir kuşakla kapatılan çağla yeşili, kalınca fakat yumuşacık bir kumaştan yapılmış, omuzları geniş, giyen insanın yürüyüşünü dahi değiştirecek kadar güven veren gerçekten çok güzel bir palto idi.
Paltoyu en çok ve sıklıkla yıllar önce kaybettiğimiz iki sevgili arkadaşım Erdil Özkan ve Yalçın Osma giyerdi. Sevgili Rafet Meriç’in de ,soğuk İstanbul günlerinde Güzel Sanatlar Akademisi yollarında paltoyu giydiği olurdu.
Palto özellikle Yalçın’ın ince uzun bedeni üzerinde çok güzel dururdu. Yalçın paltonun kemerini sıkıca bir şekilde bağladığında ince beli daha da belirgin bir hale gelir ve geniş omuzlu palto Yalçın’ı olduğundan çok farklı bir görünüme sokardı. Esasında paltoyu kim giyerse giysin, giyen kişilere arkadan bakıldığında hep aynı üçgen vücut görünürdü.
Paltoyu en çok giyenlerden birisinin de Diş Hekimliğinde okuyan arkadaşım Erdil Özkan olduğunu belirtmiştim. Hele öyle bir dönem olmuştu ki Erdil paltoyu benden çok giymeye başlamıştı. Zira o dönemde Erdil hava karardıktan sonra hemen hemen her gece yurttan çıkmaya başlamıştı ve gecenin ilerleyen saatlerinde yurda dönüyordu. Nedenini bilemediğimiz gizemli bir süreçten geçiyordu Erdil o dönemde. Her gece dışarı çıkarken benim paltoyu aldığı için onun gidiş gelişlerini ben daha yakından takip edebiliyordum.
Bir gece Erdil yine dışarı çıkmak üzere hazırlanıp paltoyu almak için bana geldiğinde beni tenhaca bir yere çekip “ Bener ağzın sıkımıdır”diye sordu.Benden “sıkıdır” cevabını aldıktan sonra birlikte yurt binasının üst katındaki salona çıktık. Erdil salondaki tuvaletin kapısını açtı, beni içeri çağırdı ve kendisinin “Milli Emniyetten olduğunu” söyleyerek cebinden, üzerinde telefon numarası yazılı bir kağıt çıkartarak bana verdi ve “Kardeşcağızım, bu numarayı ezberle, eğer gece gelmez isem buraya telefon eder benim dönmediğimi söylersin, onlar anlarlar” dedi ve acele ile üzerinde telefon numarası yazılı kağıdı cebinden çıkardığı bir çakmak ile lavabonun içinde yakarak, yanan kağıdın küllerinin akarak gitmesini sağlamak bakımından lavabonun musluğunu açtı. Ben telefon numarası ezberimde , şoke olmuş bir durumda lavabonun sifonuna doğru hızla dönerek akan yanmış kağıdın küllerine bakarken, Erdil sırtında çağla yeşili rengindeki önü düğmesiz ağır paltom olmak üzere çoktan lavabodan ayrılmıştı.Musluğu kapatarak Erdil’in arkasından ben de lavabodan ayrıldım. Bu arada Sevgili Erdil’in arkadaşlarına isimleri yerine “Kardeşcağızım” şeklinde hitap ettiğini hatırlamayan arkadaşımızın olmadığını da bu vesile ile belirtmek isterim.
O dönem Erdil ile aynı yatakhanede yatıyorduk ve ben ilerleyen saatlere kadar, Erdil ne zaman gelecek, ne oldu acaba diye endişeli ve bir o kadar da heyecanlı bir şekilde beklerken bir ara uykuya dalmışım. Kısa bir süre sonra gözümü açtığımda, benim ranzamın yanındaki ranzaya bitişik olan ranzanın alt katında Erdil’in mışıl mışıl uyuduğunu görünce içimi bir rahatlık kapladı. Ama içine düştüğüm huzursuzluğu henüz atamamıştım ve bu huzursuzluk işin aslı ortaya çıkıncaya kadar bir süre daha beni rahatsız etmişti.
Günler geçiyor Erdil her gece olmasa da benim paltom sırtında olarak sık sayılabilecek bir şekilde yurttan çıkıyor geç saatlerde yurda dönüyordu.
Bir gece Erdil, Diş Hekimliğinden sınıf arkadaşı Gökçen Öztan ile birlikte çıktılar. Erdil her zaman olduğu gibi yine benim paltomu giymişti ve Yurttan öyle çıkmıştı. Ancak döndüklerinde benim paltom Gökçen’in sırtında idi. O anda ben bu durumu pek önemsemedim ve sabah olduğunda Gökçen’e bu palto değişikliğinin nedenini sordum. Belli ki Gökçen’in bir sıkıntısı vardı ve bana “Bener, biz dün gece Erdil ile birlikte yurttan çıktık ve Sarıgüzel’e doğru bir hayli yürüdük, yolda giderken bir ara , Erdil bana ağzın sıkımıdır diye sorduktan sonra kendisinin Milli Emniyetten olduğunu ve takip edildiğini söyleyerek tanınmamak için paltolarımızı değiştirmemizi istedi. Bunun üzerine ben de saf saf dediğini yaptım ve gece boyunca senin palto ile dolaştım” dedi ve arkasından durumun vahametinin farkına henüz varmış olmanın kızgınlığı ile sunturlu bir küfür sallayarak “ İşe bak ulan herif tanınmamak için paltoları değiştirmemizi istemiş, beni vurdurtacakmış ** “ diye ilave etti. Konuya ilişkin bu kısa konuşmayı böylece sonlandırıp Gökçen ile karşılıklı gülüşerek konuyu kapattık.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra yurtta herkesin birbirine “Ağzın sıkımıdır” diye sorup , arkasından da “ Ben Milli Emniyettenim. Basmış mıyım?” diyerek dalga geçtiğini gördük.
Meselenin aslı sonradan anlaşıldı. Erdil ,bir gece bir hata yapıp Gökçen ile bana sorduğu “Ağzın sıkımıdır” sorusunu, yine diş hekimliğinden sınıf arkadaşı olan ve ilerleyen yıllarda birlikte Diş Hekimliği yaptığı Rahmetli Vural Çetinarslan’a da sormuş ve arkasından da “Ben Milli emniyettenim” diye ekleyince , Vural ,Erdil’e “Benim ağzım sıkı değildir” diyerek bu konuşmayı bir slogan haline dönüştürürüp ağzına dolamış ve yurtta önüne kim çıkarsa “ Ağzın sıkımıdır,” diye sorduktan sonra “ Ben Milli Emniyettenim. Basmışmıyımmm ! ” diyerek Erdil’in bombası patlamıştı ve bu hikaye günlerce sohbetlerimize güzellik ve renk katmıştı.
Kafamızda kavak yellerinin estiği yirmili yaşlarımızın yaşandığı o yıllar aklıma geldiğinde, dudaklarıma hüzünlü ve buruk bir tebessüm takılıyor, gözlerim bir süre uzaklara dalıyor ve özverili güzel arkadaşlık günlerimizin anıları bir film şeridi gibi buğulu gözlerimin önünden akıp gidiyor. Hey gidi günler Heyy.
Bener Dortunç
18 MART 1962 ÇANAKKALE SEYAHATİ
Sevgili Kardeşim Gürel Üstün’ün “1956-1961 MMV Anı Kitabı” taslağında paylaşmış olduğu aşağıdaki satırları okuduğumda günümüzden tam 60 yıl geride kalmış olan günleri hatırladım. Sevgili Gürel paylaşımış olduğu yazıda duygu ve görüşlerini şöyle ifade etmiş idi;
“Ömür boyu unutulmayacak ne hatıralar yaşandı. ''AĞA. ''Ile ilgili Kaymakamlık baskını unutulmuyor,daha neler var. Hepsi toplanırsa ''HABABAM SINIFI'' gibi bir senaryo ortaya çıkar. Bener beni Çanakkale de ki maçta kale arkasında aradığını unutmasın. Rahmetli Fikret in Kadeş vapurunda bizlere yer açmak için çabaları unutulmaz. Daha neler neler …”
İşte bu yazıdaki iki cümle beni 17.Mart.1962 tarihinde gerçekleştirilmiş olan Çanakkale gezisi günlerine götürdü.
18 Mart Çanakkale zaferinin 47. Yıl kutlamaları İle ilgili törenlere Üniversite öğrencilerinin de katılması programa alınmış ve bu katılımın sağlanması için Talebe Birliklerine 800 dolayında davetiye gönderilerek Üniversite öğrencilerinin İstanbul’dan Çanakkale’ye gidip gelmeleri ve bu gidiş gelişlerin Kadeş Vapuru ile gerçekleştirilmesi sağlanmıştı.
Daha sonraki yıllarda bu gezi tarihteki yerini “Kadeş Rezaleti”olarak alacak ve uzun yıllar böyle anılacaktı.
Bu geziye bizler de MM Yurdu öğrencileri olarak katılmıştık.MMV Yurdu Futbol Takımı oyuncuları olarak formalarımız , ayakkabılarımız ve toplarımız ile her türlü malzemelerimiz ile birlikte katılımcı yurt grubu içindeki yerimizi almış idik.Çünkü , 18 Mart günü kutlama programları kapsamında olmasa dahi Çanakkale Lisesi Futboltakımı ile bir dostluk maçı yapmak niyetinde idik. Bu maçın organize edilmesi görevini Giray Güçlü arkadaşımız üstlenmişti.
17.Mart.1962 Cumartesi günü Kadeş vapuruna binmek üzere MMV Yurt grubu olarak topluca Tophane Rıhtımına geldiğimizde büyük bir kalabalıkla karşılaşmıştık. Kadeş Vapuru saat 17.00 civarında rıhtıma yanaştığında bu kalabalık vapura hücum etmişti ve nerede ise vapurda yer kalmamıştı.
Sevgili Gürel’in paylaşımında ifade ettiği gibi çok genç yaşta aramızdan ayrılmış olan Fikret Elbir arkadaşımızın vapurda bizim grubumuza yer bulmak için büyük çaba harcadığını dün gibi hatırlıyorum. Fikret bizim yurdun öğrencisi olmayan ancak semtimizin bir çocuğu olarak zaman içinde bizlerle arkadaşlık kurmuş , fizik yapısı ve futbola olan yatkınlığı İle bizim takımın defansında ben sağ bek oynarken o da sol bek mevkiin de zaman zaman rahmetli Güven Dumrul ile dönüşümlü olarak yer alır olmuştu.
Kadeş Vapuru gün batımına doğru Rıhtımdan ayrılıp Marmara’ya açıldıktan kısa bir süre sonra Vapuru dolduran kızlı erkekli öğrenci grupları kendi arkadaş toplulukları ile müzik eşliğinde eğlenceli saatler geçirmeye başlamışlardı. Bu arada yeme içme konularında da bazı ifrata kaçmalar olduğu söylenebilirdi.
Ancak biz ertesi günü maça çıkacak olmamız nedeni ile bu gezinin eğlence tarafına asgari düzeyde katılmıştık.
18 Mart günü saat 13.00 dolayında rakip takım oyuncuları ile maçın oynanacağı Çanakkale Stadına geldiğimizde yetkililer sahaya çıkmamızın mümkün olmayacağını ifade ederek saat 16.00 da törenler kapsamında programa alınmış bir maçın oynanacağını söylediler ve bizim maç yapabilmemiz için Valilikten izin alınması gerektiği hususunda ısrar ettiler. Bunun üzerine Giray gerekli girişimlerde bulunmak ve yetkililerle görüşmek üzere Vilayet binasına gitti ise de olumlu bir sonuç alınması mümkün olmadı. Ama biz Stad Müdürlüğüne rica ederek 16.00 da başlayacak maç saatine kadar maçımızı bitirerek sahadan ayrılabileceğimizi ,hem böylece 16.00 da oynanacak maçı izlemeye gelecek olan seyircilerin de bizim maçımızı izlerken vakit geçirebileceklerini falan söyleyerek ilgilileri ikna edip soyunma odalarına indik ve sahaya çıktık.
Maçtan hemen önce futbolcuların bir şey yememeleri gerekirken Gürel bu kurala aldırış etmiyor ve belki de maç nasıl olsa oynanmaz düşüncesi ile ikazlarıma rağmen karnının acıktığı gerekçesi ile yemek yiyordu. Dolayısı ile Gürel sahaya dolu mide ile çıkmıştı.
Tribünlerde bir miktar seyircinin de olduğu futbol için uygun bir havada maç başladı.Maçın ilk devresi tamamlandığında skor nasıldı tam hatırlamıyorum ancak önde olduğumuzu sanıyorum. İkinci devre başladığında bizim takımda dün gecenin yolda geçmiş olmasının da etkisi ile olsa gerek bir performans kaybı başlamıştı. Gürel benim önümde haf hattında oynuyordu. Bir ara rakip takım sol kanattan süratle bir akın geliştirdi o anda önüme bir baktım Gürel ortalıkta yoktu. Şaşırmıştım. Neyse güç bela akın önlendi ve top auta çıktı. Selami topu aut atışı için 6 pas çizgisinin köşesine yerleştirirken ben de Gürel nerede diye bakınıyordum. O arada bir de ne göreyim, Gürel bizim kale arkasında çimlere uzanmış kusuyor.
Kısa bir süre sonra oyuna dahil olduğunda , Gürel’e kızarak “ ulan e… şek, ben sana maçtan önce yemek yeme demedim mi ? Senin b.. na gol yiyorduk” diye çıkışmıştım.Daha sonra Gürel kendini toparlamış olarak oyuna dahil olmuş ve her zaman ki üst düzey hırslı performansı ile oyuna devam etmişti.
Böylece , Gürel’in o günkü hali bizlerin en keyifli anılarından biri olarak hafızalarımızdaki yerini almış oldu. O günkü maç 90 dakika dolmadan sanırım normal sürenin bitimine 10 dakika kadar kala, asıl maçın başlayacağı gerekçesi ile 6-4 bizim takım önde iken tatil edilmişti.Bizim golleri yanlış hatırlamıyor isem Doğan(2), Alpay, Tuncer ve Erkan(2) atmışlardı .
Aradan 60 yıl geçmiş olmasına rağmen halen unutamadığım bir an da bizim 18 e gelen blr topun gelişine vurduğum volenin rakip kaleciyi de geçtikten sonra kalenin üst direğinde zıplayarak filelerle dışardan kucaklaştığı an idi. Heyy gidi günler heyyy.
O günkü maç öncesi çekilen ve o tarih itibari ile yaşları 22-24 arasında bulunan arkadaşlarımızı:
Arka sırada ayaktakileri soldan sağa doğru;
Bener Dortunç, Doğan Tamer Akbaş,İskender Tuncer Doğanay, Yüksel Kanık, Erkan Harar, Fikret Elbir ,
Ön sırada oturanları soldan sağa doğru;
Alpay Çığman, Gürel Üstün, Selami Gözenç, Erdoğan Ertüngealp, Eray İlter
olarak tanıtmak isterim.
İskender Tuncer Doğanay,Erkan Harar ve Fikret Elbir arkadaşlarımız artık aramızda yoklar. Onları sevgi, özlem ve rahmetle anıyorum.
İskender Tuncer Doğanay Kimya Yüksek Mühendisi idi ve uzun yıllar Çalışma Bakanlığında İş Güvenliği Müfettişi olarak çalıştı ,
Erkan Harar İktisat Fakültesinden sonra İlaç Üretim Sanayiinde uzun yıllar üst düzey yönetici olarak görev aldı.
Fikret Elbir bizim takımın dışardan transfer etmiş olduğu semtten bir arkadaşımız idi.Günlük İstanbul gazetelerinin İzmir , Ankara gibi kentlere dağıtımında çalışırdı bir dönemde Malta’da bir sinemamın müdürlüğünü yapmıştı.
Ben Bener Dortunç 60 yıllık Makine Mühendisliği kariyerimi Yurt içinde ve bazı yurt dışı ülkelerde endüstriyel tesisler , Baraj ve HES, Otoyollar, Rafineriler, Termik santrallar, Boru hatları , Metrolar gibi alt yapı projelerinde çeşitli pozisyonlarda görevler üstlenerek geçirdim ve şu anda emeklilik sürecini yaşıyorum.
Doğan Tamer Akbaş daha Hukuk Fakültesinde iken tanışmış olduğu Yeşilçam’da yillarını geçirip yüzlerce filmde sevenleri ile buluştu emeklilik döneminde sıklıkla olmasa da zaman zaman bazı dizilerde yüzünü gösteriyor.
Yüksel Kanık Fen Fakültesi Mezunu olarak Eğitim dünyamıza özverili katkılarda bulundu.
Alpay Çığman İktisat Fakültesinden mezun olduktan sonra sonra mesleğinde önemli görevler üstlendi ve önemli ticari şirketlerin muhasebe ve finans departmanlarını yönetti.
Gürel Üstün İktisat Fakültesini bitirdikten sonra Ticaret Bakanlığı bünyesinde Yurt Dışı Ticaret Ateşeliği görevlerinde bulundu.Gürel özellikle Paris günlerini çok önemserdi. Paris tam Gürel’e göre bir yerdi, zira Gürel özenli giyim kuşam zevki ile tam bir Pariziyen idi.
Selami Gözenç Coğrafyacı Prof.Dr. olarak İstanbul Aydın Ünivertesinde Akademik hayatına devam ediyor ve geleceğimizin aydın gençlerinin yetişmelerinde 60 yıla yakın bir süredir katkıda bulunuyor.
Erdoğan Ertüngealp Jinekoloji bilim dalında Prof. Dr.olarak akademik kariyerini halen sürdürüyor ve ailelerin evlat sevinci yaşamalarına yardımcı oluyor.Erdoğan’ın, Dünya çapında ünlü bir Orkestra Şefi olan Alpaslan Ertüngealp’in babası olduğu bilgisini de bu vesile ile dostlarla paylaşmak isterim.
Eray İlter İç Hastalıkları Uzmanı bir Tıp doktoru olarak halen mesleki kariyerine halen Balıkesir’de devam ederek hastalarına şifa dağıtıyor.İçinde futbol olan bir yazıda Eray’ın raket gibi bir sol ayağa sahip olduğundan söz edilmediği taktirde yazının eksik olacağını düşünerek bu hususu da belirtmek istiyorum.
Bugün itibari ile yaşları 83-85 arasında olan sevgili takım arkadaşlarıma sağlık, mutluluk ve başarı dolu uzun bir ömür diliyorum.
Bener Dortunç
Bodrum, 26.12.2022